Kasım 5, 2014
|
Kategori:
HASAN BARDAKÇI
Türkiye, nükleer, termik ya da hidroelektrik santralleri inşasına büyük önem vermektedir. Bugün çok açık görülüyor ki, devlet neredeyse bütün politikalarını enerji temini üzerine kurmuş durumdadır. Gerek Kuzey Irak bölgesi petrollerine, gerek Azerbaycan petrol ve doğal gazına gösterilen büyük ilgi bunun en önemli göstergesidir. Ancak birçoğumuz bu politikanın önemli olduğunu bildiğimiz halde sebepleri hakkında pek bilgi sahibi değiliz. Aslında yalnız Türkiye’nin değil bütün dünya ülkelerinin artan oranda enerjiye ihtiyacı vardır. Bir ülke ekonomik olarak gelişmek ve büyümek istiyorsa enerji kaynaklarını çeşitlendirmek zorundadır. Bu çerçevede, kömür, doğal gaz ve elektriğe dayalı enerji üretebilmek için gerekli üretim tesislerine, barajlara ve nükleer santrallere ihtiyaç duyulacaktır. Bilindiği gibi, enerji en çok sanayi tesisleri tarafından tüketilmektedir ve bir ülkenin ekonomik o gelişmesi de, sanayinin büyütmesi ve gelimesi zorunludur. Bu durumda, doğal olarak ülkeler daha fazla enerjiye üretmek için daha çeşitli enerji kaynaklarına gereksinim duymaktadır. Bugün için, Türkiye’de olan durum da tam olarak budur. Ancak Türkiye’nin yeni enerji kaynaklarına ihtiyacı sadece bu nedenle gerekli değildir. Sürekli olarak Türkiye’nin önemli cari açık verdiği ifade edilmektedir. Cari açığın orta ve uzun vadede birçok önemli soruna yol açtığı biliniyor. Peki biz neden cari açık veriyoruz ? Bunu soran oluyor mu ? işte ondan şüphe duyuyorum. Çünkü, bir çoğumuzun bu konuda bir fikri olmadığını düşünüyorum. Aslında cari açık denilen şeyi halk ağzı ile anlatacak olursam, şöyle ifade edebilirim: ülke olarak mal ve hizmet ihracatımız ve diğer gelirlerimiz az ve yetersiz, buna karşılık, ithalatımız ve giderlerimiz yılda 50-60 milyar dolar daha yüksektir. Başka bir deyişle, ülkemiz ürettiğinden çok daha fazlasını tüketmektedir. Tabii bu i sadece devletin değil aynı zamanda vatandaşın da davranışlarından kaynaklanmaktadır. Buna karşılık, ihracat ve ithalatın dengelenmesi, tüketimin azaltılması ve tasarrufların arttırılması için gösterilen çabalar ise yetersiz kalmaktadır
Bu durumda yine devletin enerji politikaları ön plana çıkmaktadır. Çünkü,Türkiye’nin ithalatının yaklaşık dörtte birini enerji oluşturmaktadır ( Örnek:Azerbaycan, Rusya, İran, ve Irak’tan alınan petrol ve doğal gaz ). Bu yüzden devlet sürekli olarak ithal petrol ve doğal gazın bedelini düşürmenin yollarını aramaktadır. Bunlardan biri, bugün yaptığı gibi, bu ülkelerin petrol ve doğal gazının Türkiye üzerinden Avrupa’ya ulaştırılmasını sağlamak, ekonomik ve ticari iyi ilişkiler ve olumlu ortam yaratarak, sözkonusu kaynaklardan daha ucuz enerji temin etmeye çalışmaktır. Diğeri ise, Türkiye üzerinden boru hatlarını geçirerek kira geliri sağlamaktır. Bu durumun sağladığı maddi katkının yanı sıra, Avrupa’nın petrol ve doğal gazının önemli bir bölümünün Türkiye üzerinden geçirilerek sağlamasına olanak verilmekte ve bu suretle, enerji üreticisi ve tüketicisi ülkeler nezdinde uluslararası politik gücünü pekiştirmektedir. Ancak, bu durum tabiatıyla tek başınaTürkiye’nin gelişen sanayi ihtiyacını karşılayacak enerjiye ulaşmasını sağlayamamakta ve kendi enerji maliyetini düşürecek yeni yollar bulmasına yönlendirmektedir. Bu yüzden, Türkiye kendi ülkesinde de yeni enerji kaynakları yaratma yoluna gitmektedir. Türkiye’nin son döneminde çevrecilerin tepkilerine sebep olan HES’ler ve nükleer santraller inşa arzusu,bu ihtiyacın sonusu olarak ortaya çıkmaktadır. Yani devletin bel bağladığı, gelecek beklentisi olan enerjinin karşılanması için, yeni kaynaklar ve Bakü – Ceyhan boru hattı gibi enerji aktarma yolları oluşturulması zorunluluğu gelmektedir. Bu durum, Türkiye’nin geleceğini enerji kaynaklarının oluşturacağı olgusunu ortaya koymaktatır. Bununla birlikte, bu politikanın çevre felaketlerine sebeb olacağı görüşü de sık sık dile getirilmektedir.
Sonuç olarak, Türkiye kendi enerji kaynakları yaratma yoluna gitmektedir. Türkiye’nin son dönemde çevrecilerin tepkilerine sebep olan HES’ler ve nükleer santraller inşası işte bu durumun sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Yani devletin bel bağladığı, gelecek beklentisi olan kaynakların başını yeni enerji kaynakları ve Bakü – Ceyhan boru hattı gibi enerji ulaşım yolları oluşturmaktadır. Bir yandan, Türkiye’nin geleceğini yeni enerji kaynaklarının oluşturacağı belirtilmekte, diğer taraftan, bu durumun çevre sorunlarına ve hatta felaketlerine yol açtığı sıkça belirtilmektedir. Bu ikilem karşısında Devlet nasıl bir politika gütmelidir. Ekonominin gelişmesi için yeni HES’ler yapılmasına izin vererek, ülkenin su kaynaklarının tüketilip, ağaçlarının kesilmesine veya nükleer santraller yapıp büyük felaketlere sebep olabilecek bir riskin altına girmeli midir? Burada akla gelen soru, neden Devletin jeotermal, rüzgar ve güneş enerjisi gibi yenilenebilir enerji kaynaklarından yeterince faydalanmadığı, çevreye verilecek zararı mümkün olan en aza indirerek enerji ihtiyacını karşılamaya çalışmadığıdır? Bu soruların çeşitli cevaplar verilebilir. Aslında devlet bu durumda kararsız kalıyor çünkü sadece bir nükleer santral onlarca HES’ten daha fazla enerji üretebilir. Ancak, sadece yenilebilir kaynaklardan ihtiyaca yetecek kadar enerji elde etmek olanağı yoktur. Yani devletler aslında ülkenin gelişmesini isterken bazı beklentiler karşılanamıyor. Örneğin, Hasankeyf’de karşılaşılan durum budur. Tarihsel ve sanatsal değeri bu kadar yüksek bir antik kentin enerji üretimi amaçlı bir baraja feda edilmesi devletin karşılaştığı ikilemin önemini açık bir şekilde göstermektedir. Ülkenin hızlı gelişmesi için bazı değerlerden fedakarlık etmek mi gerekir ? Benzer şekilde, birçok araştırmada enerjiye olan bağımlılığın doğayı kirlettiği, insan sağlığına zarar verdiği ve ayrıca doğal dengeleri bozarak insanlığın geleceği tehlike yarattığı ileri sürülmektedir. Gerçekten, bugün için kısa vadede düşünüldüğünde önemli ihtiyaçları ve ülkelerin gelime arzularını karşılayacak olan fosil yakıt tüketen tesislerin, HES’lerin ve Nükleer santrallerin gelecekte temiz su, temiz hava gibi, yaşamımızın temel kaynaklarının azalmasına belki de yok olmasına sebeb olabileceği yeterince gözönünde tutulduğunu söyleyebilirmiyiz.? Öte yandan, Bergama antik kenti ve Türkiye’nin en büyük açık hava müzesi olabilecek olan Hasankeyf gerçeği de bu durumun bir diğer can alıcı noktasını oluşturmaktadır. Şimdi Türkiye bu günü düşünüp, büyümeye mi yönelmeli, yoksa gelişmeyi temiz havanın ve suyun, gelecekte çocuklara ve torunlara bırakılacak yeşil ormanların ve Hasankeyf gibi tarihi değeri tartışılmayacak değerleri tamamen yok olmasını engelleyecek bir büyüme strajesi mi gütmelidir? Ben şahsen ikinci seçeneği tercih ederim. Esasen bu durum sadece ülkemiz için değil tüm dünya ve insanlık için de geçerlidir. Ancak, temelinde, insanlar ve ülkeler arasında rekabet, daha güçlü ve hakim olmak için zenginleşme ve silahlanma arzusu gibi acı gerçekler de var. Ayrıca, bazıları gelişme sonucunda doğayı daha çok kollayacak olanaklara kavuşmak için gerekli tekniklere sahip olabileceğimizi ileri sürüyor. Bu da bana, para kazanmak ve zenginleşmek için hayatı bnoyunca sağlığını harcayan kişinin daha sonra bütün servetini sağlığına tekrar kavuşmak için harcaması hikayesini hatırlatıyor. Acaba geri gelir mi?
Özetle, ya tarihi yaşatacak ve doğaya saygılı olacağız ya da geleceğin riskini göze alıp insan tabiatının ve kapitalizmin doğası gereği dünya yarışının içinde olacağız. Karar sizin…